FIRFIR YOK ARKADAŞLAR!

FIRFIR YOK ARKADAŞLAR!

90’larda çocuk ya da genç idiyseniz ‘fırfır yok’ size yabancı bir tabir değildir. Bu tabir, uzun saatler harcanan atari salonlarının vazgeçilmeziydi. Takım oyununun ve rekabetin ergen yüzlere ilk yansımasıdır. Atılan tek jetonla kıyasıya rekabet başlar. Gözler keskin, bilek hareketleri stratejik ve langırt masası sanki bir satranç tahtası…   

Fırfır, langırt kollarının amaçsızca ve topa bakmadan çok süratli bir şekilde çevrilmesinin halk arasındaki adıdır. Fırfır yapanlar iş bilmez ve hatta kural tanımaz olarak nitelendirilirdi. Hoş karşılanmazdı ve oyundaki konumunuzu rakiplerin nezdinde “acemi” düzeyine indirirdi. Bir tekniğe, mantığa ve stratejiye değil; daha çok olasılığa dayalıydı. Fırfır topun belirlenmiş bir hedefe ulaşmasına değil, ivme kazanmasına yol açardı. Estetik değil, kestirme idi. Matematiksel değil, varsayımsal idi. Hedef odaklı değil, ivmelendiriciydi. Düzdü, takım paslaşmasına dayanmazdı. Süreç odaklı değil, sonuç odaklıydı.

Hem şirket hem de insan yönetiminde birçok kez ‘fırfır’ yapıldığına tanık oluyoruz hayatta.  Artık ‘fırfır’ yaparak başarı elde edilebilecek bir dönemde değiliz. Detaylara inmek, verimlilik esaslı hareket etmek, zihnimizin kıvrımlarını harekete geçirmek gerekiyor. Bir kurum ve marka hafızası oluşturmalıyız. Evet, bu kısım çok önemli. Kurum içi hafıza oluşturmak çok önemli. Satıştan/sahadan gelmiş olmanız, şirketin kuruluşundan bugünlere kadar her departmanı ilmek ilmek işlemiş olmanız, müşterileriniz ile çok iyi ilişkilere sahip olmanız bulunduğunuzdan yerden daha iyi seviyelere gitmeniz için artık yeterli olmayacaktır. Bu durumun en güçlü örneği bizzat ülkemizin kendisidir. 1980’den 2020’ye kadar GSYİH bakımından IMF verilerine göre en büyük ekonomi sıralamasında hayatımızda ne değişti? Aslına bakarsanız hiçbir şey değişmedi. Sadece kendi sahamızda top çeviriyoruz. 1980’de de en büyük 20 ekonomi arasında idik, şimdi de... En iyi geldiğimiz sıra on beşincilik idi. Bunu da son 40 yıllık süreçte 1987, 1998, 2004, 2005, 2006, 2007 ve 2008 yıllarında yaşadık. 

Şirketlerimizin durumu da hiç farklı değil. Gelin, en değerli markamıza yakından bakalım. 1 milyar 975 milyon dolarlık piyasa değeri ile THY, ülkemizin en değerli markası olarak karşımıza çıkıyor. Bir başarı hikayesi var mı? Evet, mutlaka var ama çok çığır açıcı ve yıkıcı bir başarı olarak niteleyemeyiz. 1990’ların başındaki ‘They Hate You’ havayolu şirketi düzeyinden THY olma yolunda ciddi bir imaj düzeltmesi gerçekleştirildi. Büyüklük gözlüğüyle değil marka değeri gözlüğüyle bakmayı öğrenmemiz gerekiyor. Uluslararası marka değerlendirme kuruluşu Brand Finance tarafından hazırlanan ‘Dünyanın En Değerli 500 Markası 2020’ araştırmasının sonuçlarına göre ilk 500 içerisinde bir tane bile Türk markası bulunmamaktadır. ABD, 205 markasıyla birinciliği göğüslemiş durumda. Öyleyse, durup düşünmemiz lazım. Yaptığımız işe bir hikaye eklemenin elzem olduğuna artık inanmak gerekiyor. Yoksa fırfır yapmaya devam ederek ülkemizi gelecek nesillere teslim edeceğiz. Böyle bir ekosistemde fırfır ile gol atmak oldukça zordur. Listenin zirvesinde teknoloji markaları bulunuyor. Hikaye de hep buralardan çıkıyor. O zaman kurumsal hafıza, marka hafızası oluşturmak; ERP, CRM gibi sistemleri işletmelerimizin boyutu ne olursa olsun, iş süreçlerine entegre etmek gerekmektedir. Markayı, yaşaması gereken bir miras gibi görmek, her yönetim kademesinde kurum kültürü oluşturmak ve müşteriye tutarlı bir hizmet sunmak lazım.

Marka değeri, şirketlerinizin sahip olduğu arsa, araç, bina, taşınmaz ve demirbaşlar ile değil, bilançoda yer almayan ekibiniz ile ürettiğiniz soyutlarla artar. Sosyologları, psikologları, antropologları yönetim kademelerine getirerek fark yaratabilirsiniz. Kadını engelleyerek değil, onun önünü açarak, onun spiral zekasından yararlanarak başarabilirsiniz. Olimpiyatlarda farklı branşlarda da altın madalya kazanabiliyorsanız, Türkiye’den Barcelona’ya, Real Madrid’e futbolcu ihraç edebiliyorsanız, Nobel ödüllü bilim insanlarının sayısını artırabiliyorsanız marka olursunuz. ‘Köşeyi dönme’ siyasetinden,  ‘katma değer’ yaratma siyasetine geçerek, kaliteli ve entelektüel turistleri Ege, Akdeniz kıyılarına çekerek başarabilirsiniz. Özetle, ‘fırfır yapmadan’, samimiyetle ve erdemli yaklaşarak ülkemizi her alanda hak ettiği marka değerine ulaştırmalıyız.

Yapanlardan olmanız dileğiyle…

Anıl Çil
ErkinŞahinöz Danışmanı

Önceki BlogYALIN ÜRETİM VE FİKİR EKONOMİSİ
Sonraki BlogDİJİTAL YETMEZLİK
Yorumlar (0)
Yorum Yap